Sevdiğimiz şeylerin en başında kategori geliyor. Herşeyi, herbişeyi sınıflandırıyor, birini diğerinden farklı ilan ediyoruz. Farklılıklarını ilan ettikten sonra da yarıştırıyoruz...
Türleri ayrıştırır, belli kategorilere sokarız. Bu mesela müzikle başlar ve son sürat bi hizipçi anlayışla hayatın her alanında önümüze çıkar. Bu iyi yönde kendimizi etkilerse zevk bile alırız. Oysa olumsuz bir ayrışmayı bize uygularlarsa yeri göğü inletiriz, haksızlık bu diye...
Yıllara, akımlara ve düşünce yapılarına göre bir ayrım yapmak gerekirse Rock müzik genel kalıplar içinde üçe ayrılır: Klasik Rock, Hard Rock ve Heavy Metal... Bunlar da tabiki de içlerinde her müzik grubunun kişisel karekterlerine ve onları takip eden gruplara göre farklılıklar gösterebilir. Türler içinde türler en doğal oluşumdur işin doğası gereği... İş buraya kadar normal iken işin rengini değiştiren biz insanların hizipçiliği, ayrımcılığı daha doğrusu ayrıştırmacılığıdır. Mesela Metalci ile Rockçı arasında ya da bir Repci ile Popcu arasındaki kapışmaları sormayın gitsin! İster inanın ister inanmayın ama savaşan ordular misali savaşan tarzlar bile var bu dünyada...
Gerçek müzisyenler, yaptıkları müziklerin daha önce var olan herhangi bir türün ya da müzik grubunun bir parçası olduğu ve devamı fikrini sevmezler. Bu müsizyeni kısıtlar ve dar bi çemberde hareket etme zorunluluğunda bırakır. Düşünsenize özgür bi hippi adama "sen bunu yapıyorsun ve bunun dışına çıkarsan hayranların seni terk eder!" demek ne kadar acı bişey olsa gerek... Kendini yenilemek isteyen müzik adamını sınıflandırıyorsunuz, kategorilendiriyorsunuz ve bi kültüre bağlıyorsunuz... Sonra da "bu tarzını bozdu artık dinlemeyelim, eskisi gibi değiller, yaşlandılar" diyorsunuz... Bence kötü de yapıyorsunuz... İnsanoğlu yani siz, hayatınızın her anında değişimler ile dolu iken sizi oturduğunuz yerden sadece tınılarıyla kainatta dolaştıran müzik adamlarına nasıl "dur ve aynı kal" dersiniz?
Sözlük anlamı "kirli, dağınık, katıksız bok" olan grunge'ın isim babası ise Mudhoney solisti Mark Arm'dır. Bunu kendisine "ne tarz yapıyorsunuz yahu" diyen bi salağa söylemiştir. Sana ne tarzından kimin umrunda ! Sevdiysen dinle, sevmediysen dinleme ! Kendisini yineleyen adamlara tapan, "çıktığı günden beri aynı, hiç bozmadılar!" diyen, bi kafa yapısı, süregeldiği zamana uyan ve her jenerasyona kendisini benimseten ütopik gruplara ve müzik adamlarına nasıl katlanabilir ki... "Bunlar kendilerini bozdular, siktir edin dinlemeyin bile" der ama konserlerine yine de giderler...
Sanatçılar ister kendilerini yinelesinler, isterlerse yenilesinler... İkisi de bizim özümüz olan insanlığımızın, kişiliğimizin ve benliğimizin yansımasıdır. Ressam bir tablosunun bi diğerinden hiçbir farkının olmadığı bi sergi de açabilir, yada her yaptığı şaheserlerinin farklarında da kendini ifade edebilir. Müzik adamı aynı notalarda da kalabilir ya da farklı demetler sunar size her şarkısında.Bi dansçı, bi tiyatrocu ya da bi aktris... Ne farkeder ki? Onları kategorilere sokmak, sevenlerinin ve takipçilerinin işi olmamalı, bilimsel akademik çalışmacılar yapmalı, bu onların işi olmalı...
Sanatı kategorize etmek, insanlığı kategorize etmektir. İnsanlığı kategorize etmek ise sınıflaşma ile başlar, ayrışma ile devam eder ve hizipçilikle son bulur... Her bireyin özgür bi ruha sahip olduğunu düşünmek, özgür bir adımın ilkidir.
Onur Yilmaz
12 Ekim 2010
Salı 03:00
Onur Yilmaz
11 Ekim 2010 Pazartesi
21 Eylül 2010 Salı
Yarışma
O kadar alışmışız ki bişeyleri bişeylerle yarıştırmaya, durduramıyoruz kendimizi.
Sunay Akın anlatmıştı bir programında, hem de gösterimli bir şekilde: "Yumurta tokuşturur gibi tokuşturuyoruz şairlerimizi..." Evet bu alışkanlıklarımız her zaman ki gibi devam etmekte bu nesilde de. Müzik türlerini, türlerin içindeki tarzları, tarzların içindeki müzik gruplarını, müzik gruplarının içindeki grup elemanlarını...
Tamam bir tarzınız olsun, idolleriniz ve bir çizginiz de olsun, bir kulvarınız da olsun hatda ancak nedendir kendi fikirlerinizi standartlaştırma çabası, onu anlamış değilim. Üstelik her hangi bir konuda yarışsak gam yemeyeceğim, yarıştırıyoruz !
En iyi gitarist olma çabasında değil kimse ama en iyi gitaristi belirleyecek kapasitede herkes. Kendini Türkiye'de kanıtlamış gitarist bile "ben amerikada olsam..." diye başlar cümlesine bu ülkede. Acaba Birleşik Amerikada dünyaca ünlü afro-amerikan blues basscısı diyor mudur "iyiki afrikadan göçmüşüz, oh !". Yoksa günde belli bir süre gitar çaldıktan sonra entellektüelliği, sosyalliği ve dünya görüşünü geliştirmekle de mi meşgul oluyordur. Kimin ne cavabı vereceğini ve kimin ne söyleyeceğini şimdiden duyar gibiyim.
Hep izleyici olmak zevk verir bize, yarışçı olmak ise zor iş, deymez. Kafa sallamak için festivale giden bir amatör müzisyen, orada sahnede olmak yerine, sahnedekilerin performansına bol keseden verir veriştirir. Sevdiğini yere göğe koymaz iken, sevmediğini dünyanın en berbat müzisyeni ilan eder ve ıslıklar saygısızca. Çünkü o genç, kendi sıraladığı sebepleri dolayısıyla; yüksek lisansını da yaptıktan sonra askere gidip, daha sonra da kpss'ye girecek, iş hayatına atılacak, takım elbisesini giyip 25yıl çalışma hayatına başlayacaktır. Geçmişte kalacak o festival ise, onun çılgın gençlik anılarından ibaret olup, sahnedekiler de birer eylence malzemesi olarak hatırlanacaktır. O birşirket de çalışmanın çok önemli bir iş olduğunu düşünse de, dünyaya yön veren sanat adamları onun için birer yarış atı olarak var olacaktır. Hep izleyici olmak zevk verir bize, yarışçı olmak ise zor iş, sıkar biraz !
Bir müzisyenin saygınlığı da kafa yapımız ile de doğru orantılı değil midir? Bir teyze göbek atmaya doymaz düğünde ama istemez kendine göbek attıran müzisyenler arasında olmasını oğlunun... Ressam da aynı, tek farkı ilk okula giden kızından daha iyi resim yapması değil mi? Heykel traş sadece Atatürk heykeli yapmak için alınmıyor mu belediyelere? Ne bilim film artisleri de öpüşmek için film çekiyorlardır belki de... En şanslı tiyatrocular herhalde, onların bir saygınlığı var. Ancak "bunun parası yoktur şimdi, yaklaşılmaz borç felan ister" diyen amcaoğlu vardır belki ya da "bi filimde oynasın, televizyona çıksın da artık ünlü olsun " diyen amcaları...
Yarıştırırız çevremizdekileri, kendimiz yarışın içine hiç müdehail olmadan. Ya rikibimiz yoktur ya da bizden geçmiştir artık. Sanatı, satançıyı... Bilimadamlarını, doktorları, avukatları, öğretmenleri... Ya meslek gruplarını bile işe yaramaları ile değil kazandırdıkları paralar ile yarıştırırız büyük bi zevkle. Sayısal öğrenciler zekidir sözel öğrencilere göre... Nedense sözelciler ülkeyi yönetirken siyaset bilimi, kamu yönetimi okuyarak, mühendisler onların emrindedir, doktorlar, bilim adamları... Hopbala şimdide sözelciler öne geçti yarışta! Tokuşturduk yine yumurtaları.
O kadar alışmışız ki bişeyleri bişeylerle yarıştırmaya, durduramıyoruz kendimizi... Umarım yarışın sonunda varışı görürüz bir kazaya uğramadan.
Onur Yilmaz
22 Eylül 2010
Çarşamba 02:00
Sunay Akın anlatmıştı bir programında, hem de gösterimli bir şekilde: "Yumurta tokuşturur gibi tokuşturuyoruz şairlerimizi..." Evet bu alışkanlıklarımız her zaman ki gibi devam etmekte bu nesilde de. Müzik türlerini, türlerin içindeki tarzları, tarzların içindeki müzik gruplarını, müzik gruplarının içindeki grup elemanlarını...
Tamam bir tarzınız olsun, idolleriniz ve bir çizginiz de olsun, bir kulvarınız da olsun hatda ancak nedendir kendi fikirlerinizi standartlaştırma çabası, onu anlamış değilim. Üstelik her hangi bir konuda yarışsak gam yemeyeceğim, yarıştırıyoruz !
En iyi gitarist olma çabasında değil kimse ama en iyi gitaristi belirleyecek kapasitede herkes. Kendini Türkiye'de kanıtlamış gitarist bile "ben amerikada olsam..." diye başlar cümlesine bu ülkede. Acaba Birleşik Amerikada dünyaca ünlü afro-amerikan blues basscısı diyor mudur "iyiki afrikadan göçmüşüz, oh !". Yoksa günde belli bir süre gitar çaldıktan sonra entellektüelliği, sosyalliği ve dünya görüşünü geliştirmekle de mi meşgul oluyordur. Kimin ne cavabı vereceğini ve kimin ne söyleyeceğini şimdiden duyar gibiyim.
Hep izleyici olmak zevk verir bize, yarışçı olmak ise zor iş, deymez. Kafa sallamak için festivale giden bir amatör müzisyen, orada sahnede olmak yerine, sahnedekilerin performansına bol keseden verir veriştirir. Sevdiğini yere göğe koymaz iken, sevmediğini dünyanın en berbat müzisyeni ilan eder ve ıslıklar saygısızca. Çünkü o genç, kendi sıraladığı sebepleri dolayısıyla; yüksek lisansını da yaptıktan sonra askere gidip, daha sonra da kpss'ye girecek, iş hayatına atılacak, takım elbisesini giyip 25yıl çalışma hayatına başlayacaktır. Geçmişte kalacak o festival ise, onun çılgın gençlik anılarından ibaret olup, sahnedekiler de birer eylence malzemesi olarak hatırlanacaktır. O birşirket de çalışmanın çok önemli bir iş olduğunu düşünse de, dünyaya yön veren sanat adamları onun için birer yarış atı olarak var olacaktır. Hep izleyici olmak zevk verir bize, yarışçı olmak ise zor iş, sıkar biraz !
Bir müzisyenin saygınlığı da kafa yapımız ile de doğru orantılı değil midir? Bir teyze göbek atmaya doymaz düğünde ama istemez kendine göbek attıran müzisyenler arasında olmasını oğlunun... Ressam da aynı, tek farkı ilk okula giden kızından daha iyi resim yapması değil mi? Heykel traş sadece Atatürk heykeli yapmak için alınmıyor mu belediyelere? Ne bilim film artisleri de öpüşmek için film çekiyorlardır belki de... En şanslı tiyatrocular herhalde, onların bir saygınlığı var. Ancak "bunun parası yoktur şimdi, yaklaşılmaz borç felan ister" diyen amcaoğlu vardır belki ya da "bi filimde oynasın, televizyona çıksın da artık ünlü olsun " diyen amcaları...
Yarıştırırız çevremizdekileri, kendimiz yarışın içine hiç müdehail olmadan. Ya rikibimiz yoktur ya da bizden geçmiştir artık. Sanatı, satançıyı... Bilimadamlarını, doktorları, avukatları, öğretmenleri... Ya meslek gruplarını bile işe yaramaları ile değil kazandırdıkları paralar ile yarıştırırız büyük bi zevkle. Sayısal öğrenciler zekidir sözel öğrencilere göre... Nedense sözelciler ülkeyi yönetirken siyaset bilimi, kamu yönetimi okuyarak, mühendisler onların emrindedir, doktorlar, bilim adamları... Hopbala şimdide sözelciler öne geçti yarışta! Tokuşturduk yine yumurtaları.
O kadar alışmışız ki bişeyleri bişeylerle yarıştırmaya, durduramıyoruz kendimizi... Umarım yarışın sonunda varışı görürüz bir kazaya uğramadan.
Onur Yilmaz
22 Eylül 2010
Çarşamba 02:00
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)